Adelaide

Bu yazı Adelaide’den Darwin’e Avustralya Outback Deneyimi isimli yazı dizisinin ikinci yazısıdır. Bu diziye ait yazıların listesine buradan ulaşalabilirsiniz.

Bir süre karar veremedik, ne yapacağımız belli ancak nereden başlayacağımız muallaktı. Arkadaşımın bu gezi için beni ikna etmesinden sonra (ki o zamanlar asıl planım Melbourne – Cairns arası gezmekti) başlangıç noktamız Darwin mi yoksa Adelaide mi olacak derken bizim karar aşamamızda en önemli etmen olan uçak bileti fiyatları rotayı Adelaide’den başlayıp Darwin’de sonlandırmamızın en uygun yol olacağını tayin etti.

Son sınavımın bitmesi, dönemin resmen kapanması ve gezinin başlaması arasında sadece 12 saat fark vardı artık. Bunun diğer anlamı ise Melbourne’deki vaktimin dolmuş olması demek. Gerçi vedalaşmak için gezi sonrası 2 günüm daha olacaktı ancak yine de zamanımın dolduğunu bilmek tuhaf hissettiriyor özellikle tam düzeni oturtmuş ve orada olmaktan keyif alıyorken.

14 Kasım sabahı ilk treni yakalamak için saat 04.30 sularında evden çıktığım vakit, sırt çantasında tüm dünyasını taşıyan biri gibi hissediyordum kendimi. İki sırt çantam ve elimdeki yastığımla beraber Broadmeadows’a giden ilk trende perşembe gecesinden kalma, dans ya da daha çok eğlence/alkol yorgunu az sayıda genç nüfus ile birlikte herkeste açıkça belli olan uykusuzluk belirtileriyle başladık yolculuğa. Melbourne gece hayatı perşembeden başlayıp cumartesi gecesi son buluyor. Pazar ise kimse dışarı çıkmayı tercih etmiyor. Bu, orada yaşadığım süre boyunca en çok dikkatimi çeken detaylardan biridir.

Uçağın sabah erken olması beni uykusuz bırakan asıl etmendi zira uyuduğumda uyanamama riskini göze alamadığımdan uyumamayı tercih edip tüm gece çantalarımı toparlama işine girişmiştim.

Neyseki havaalanına ulaşmam sürecinde herhangi bir problemle karşılaşmıyorum. Tek problem uykusuzluk. O da heyecana yenik düşüyor ve baskın olamıyor. Ancak yine de uçuş süresinde belli bir süre rüyalarla buluşmuyor değilim.

Kısa süren uçak yolculuğu bitiminde artık Adelaide’deyiz. Havaalanı okyanus kıyısına yakın olduğundan inişe yakın Adelaide’in plajlarını kuş bakışı görme fırsatı yakalıyoruz. Uçuş sonrası, şehir merkezine ulaşıp çantaları bırakmak üzere hostele doğru yürüyoruz. Havaalanından toplu taşıma ile merkeze ulaşmak oldukça kolay oluyor.

Ne yazık ki Adelaide’de sadece 1 günümüz vardı şehri tanıyabileceğimiz. Bu nedenle hepimiz bu süreyi olabildiğince verimli geçirme niyetindeydik. Ücretsiz kiraladığımız bisikletlerimiz ile Torrens Nehri’nin yolunu tutuyoruz. Şehirde trafik içerisinde bisiklet kullanmak biraz tedirginlik yaratsa dahi nehre ulaştığımızdaki sakinlik ve bisiklet yollarının nehre paralel gidişi keyfimizi yerine getirmeye yetiyor bile.

Merry Christmas

Hava sıcaklığı beklediğimizin altında, hatta yağmura çalan bir kapalılıktaydı.

Torrens Nehri sonrasında durağımız çikolatalarının kalitesiyle dillere destan Haigh’s Chocolates Fabrikası. Bir Adelaide şirketi olan firma 1915 yılından bu yana günümüzde toplamda 14 mağazasıyla faaliyet gösteren bir aile şirketi. Daha önce Melbourne’de katıldığım çikolata turunda hikayelerini kısa olarak dinleme fırsatı bulmuştum ancak bu fabrika turunda çok temelden başlayarak son ürüne kadar giden süreç hakkında fikir edinme şansı yakaladım. Tur ilk olarak şirketin hızlı bir özgeçmişi ve kakao çekirdeklerinin tanıtımıyla başlıyor. Dört farklı ülkeden gelen kakao çekirdeklerinin (sadece Peru ve Ekvator’u hatırlıyorum) kokusuyla hangi çekirdeğin hangi ürün için kullanıldığını öğrenerek turumuza başlıyoruz. Tabi öncesinde tura katılanları tanıma ve avuç dolusu bitter ve sütlü çikolatalarımızla. Çikolata dağıtımı demek herkesin yüzünün gülümsemesi demek. Tur rehberimizin tatlı gülümsemesi ve yaklaşımının yanında çikolataları ikram ederken gösterdiği samimiyet ortamı daha bir ısıtıyor.

IMG_5993

Çikolataların her birinin nasıl özenle işlendiğini işte bu tur sırasında görme imkanımız oldu. Fabrika şirket politikası gereği üretimini limitli tutarak daha çok ürün kalitesine odaklandığını üretim süreçlerindeki özenle açığa çıkartıyor.

Tur sonrasında bisikletlerimizi alıp merkeze doğru geri dönüş yolundayken park içerisindeki bisiklet parkurunu farkedip yolumuzu bir anda o tarafa çeviriyoruz. Her ne kadar bisikletlerimiz bu parkur için uygun olmasa dahi biz yine de parkurun tadını çıkarmayı başarıyoruz. Uzun zamandır bisiklete binmemiş olmanın verdiği istekle daha bir eğleniyorum o parkurda bisikletimi sürerken. Bu diğer taraftan artık İstanbul’a döndüğümde kalıcı olarak kendime bir bisiklet almam gerektiğini iyiden iyiye işliyor içime.

DSC03092

Geri kalan vakti South Terrace bölgesindeki park ve bahçelerde dolaşarak geçirip mesai saati bitimi öncesinde bisikletlerimizi teslim ediyoruz. Bisikletlerden sonra herkes bir tarafa dağılıyor. Bense ekşişözlük vesilesi ile tanıştığım bir tanıdığım ile buluşmaya gidiyorum. Gece yarısına dek sohbetine doyum olmayan arkadaşıma tekrar teşekkürlerimi iletmeden geçemeyeceğim. Kah Avustralya’dan kah Türkiye’den konuşmadığımız, kafa patlatmadığımız konu kalmadı sanırım. Umuyorum kendisi İstanbul’a geldiğinde tekrar görüşme fırsatı yakalayabiliriz. Ya da ben Avustralya’ya tekrar gittiğimde. Kim bilir?

Hostele döndüğümde herkesin gün yorgunluğu nedeniyle uyuyor olmasına ise pek şaşırmıyorum. Yarın asıl yolculuğun başlayacağı zaman. Maceranın başlangıcı, Avustralya Outback’ini görme zamanı.

Adelaide’den Darwin’e Avustralya Outback Deneyimi

Bu yazı Adelaide’den Darwin’e Avustralya Outback Deneyimi isimli yazı dizisinin ilk yazısıdır. Bu diziye ait yazıların listesine buradan ulaşalabilirsiniz.

Avustralya’ya gelmeden önceki ‘Orada neler yapmayı planlıyorsun?’ sorusunun yanıtı ile gerçekte olanlar arasında herhalde dağlar kadar fark var. En azından şimdiye dek yaptıklarımın gerçekleşeceğini kestiremezdim herhalde. Gerek doğa yürüyüşleri olsun, gerek gezilen görülen mekanlar olsun hayatımda aldığım en iyi kararlardan biri olduğunu düşünüyorum bir dönemi Avustralya’da yaşamış olmayı. Tabi neler yaptığınız/yapacağınız kimlerle tanışıp arkadaşlık yaptığınızla doğrudan etkili. Bu konuda kendimi ayrıca şanslı sayıyorum.

Girişi çok dağıtmadan asıl konuya gelelim hemen. Sınav dönemi biter bitmez ertesi günün sabahında Melbourne’den Adelaide’e geçiyoruz. Uçak sabahın erken saatinde olduğundan uçağı kaçırmamak için gece hiç uyumayıp sabah ilk tren ve otobüs kombinasyonu ile havaalanına varıyorum. Tabi öncesinde odayı toparlama, ev arkadaşları ile vedalaşma, odadan çıkmadan gerekli hesap kitabın yapılması, ev sahipleriyle olan maddi ilişkinin sonlandırılması ve çantaların gezi öncesi son halini alması gibi bir çok ayrıntıyla beraber. Ana plan üniversite dönemi sonrası 3 hafta boyunca Adelaide’den Darwin’e Avustralya’nın en meşhur road triplerinden birini gerçekleştirmek. Yol uzun. Stuart Highway (ki sonra detaylı değineceğim) Avustralya’yı ortadan bölüp güneyden kuzeye başlı başına 3 bin kilometrenin üzerinde. Arada uğrayacağımız yerlerle birlikte bitimi 5 bin kilometre üzerinde görmeyi hedefliyorduk. Gerçekte ne mi oldu? 6 bin kilometrenin üzerinde yol gittik. 23 gün boyunca yaşanan Avustralya outback deneyimi ister istemez bakış açısına dokunuyor insanın. Avustralya’nın kendisine bakış açınız değişiyor bir anda. O ana dek oluşmuş Avustralya algısı yerini bambaşka bir şekle girerek yeni bir deneyime bırakıyor. Şunu çok açık söyleyebilirim ki eğer bu yolculuğu yapmadan ve Avustralya’nın o bölgelerini (güneyden kuzeye uzanan uzun yol boyunca uğradığımız şehirler) görmeden dönseymişim ciddi anlamda Avustralya hakkında konuşamaz, tespitler yapamazmışım gibi hissediyorum. Çünkü Melbourne’de geçirdiğim 5 ayın ardından (ki bu süre zarfında Tazmanya ve East Coast bölgelerini de ziyaret ettim) bu yolculuk boyunca karşılaştığım olaylar, gördüğüm yaşam biçimleri bana en başta Avustralya’nın gerçekten ne kadar büyük bir yer olduğunu gösterdi. Kendi içerisinde bile birbirine uzak olan insanların farklı yaşam tarzlarını benimsemeleri, dillerinin, ifade tarzlarının, hayata bakış açılarının bambaşka olduğu ancak eninde sonunda aynı çatı altında toplandığı bir yer Avustralya. Sadece kültür ve yaşam biçimi değil, doğa ve çevre aslında ilk başta değişen ve sonrasında diğer tüm herşeyi etkileyen temel sebep. Güneyden kuzeye önce mavi ve yeşil ile başlayıp sonra kırmızıya geçiş, sonrasında yeşilin başka mavinin başka bir tonu ile yolculuğu bitiriş. Hala yol boyunca yaşanan bu değişim gözümün önünde.

İşin diğer bir güzel tarafı, yolculuğun ilk ve son iki günü hariç tüm konaklamayı karavan parklarında yapıp çadırda veyahut yolculuk yaptığımız araçların içinde yatmamız oldu. Bu süre zarfında türlü böcekler -ki tanımlarken böcek tabiri bile çok hafif kaçar- tanımlanamaz boyutlarda olduklarından bildiğimiz böceklerden değiller, kurbağalar, çekirgeler, yarasalar, uçma, yürüme, zıplama ve yüzme kabiliyetlerinin kombosuna sahip ilginç yaratıklar, kimi zaman timsah ve bufalo çıkabilir uyarıları bulunan yerlerde tüm bunlarla beraber bir şekilde insani ihtiyaçlarınızı gidermeye çalışmaya çalışıyorsunuz. Tabi her zorluk en sonunda keyifli bir anı olarak elde kalıyor. Şimdi her ne kadar gülüyor olsak dahi sonuçta klozette 3 tane kurbağa görmek o an için ufak çaplı bir şok yaşatıyor. Gerçi sonradan alışıp yadırgamıyor insan ama ilkler hep bir başka oluyor.

Daha önce yaptığım gezilerden elde ettiğim en önemli kazanımınlardan birinin gezi notları tutma alışkanlığı olduğunu düşünüyorum. Zira özellikle uzun yolculuklarda bir süre sonra hangi gün nerede kaldığımızdan nereleri ziyaret ettiğimize, hangi olayların başımızdan geçtiğine kadar bir çok detayın uçup gittiğine şahit olduğumdan beridir uzun uzun yazmaya vakit bulamasam dahi, o günü bana hatırlatacak ufak notlar tutmaya başladım. Aslında doğrudan unutmuyor ama o günü hatırlatacak en ufak bir imge ile karşılaşamayınca anılar giderek tarihin tozlu sayfalarında olmasa bile beynimizin bir köşesinde bir daha hiç açılmayacak arşivler gibi istifleniyorlar. Bu nedenle gezi notlarımın bir kısmını gezdiğim süre zarfında metinleştirmemin yanında, geri kalanlarını aldığım notlardan tamamlayıp baştan sona bir dizi halinde yayınlamaya çalışacağım. Bu seriyi yazarken asıl motivasyonum hem kendi elimde üzerinden zaman geçse dahi dönüp bakabileceğim, hatıralarımı tekrar yaşatıp o eğlenceli anları tekrar yad edebileceğim bir arşiv oluşturmak hem de benzeri bir yolculuğu yapmak isteyenlere kılavuz olarak kullanmasalar dahi en azından yolculuk sırasında neler yapıp yapamayacaklarının fikrini oluşturabilecek derli toplu bir bilgi kümesi sunabilmek. Tabi ilk sebep çok daha önemli bir motivasyon ikincisine oranla.

Günleri detaylı anlatmadan önce izlediğimiz rotayı kabaca şu şekilde özetleyebilirim. Günlerin detaylarını yazdıkça linklemeye çalışacağım.

Adelaide -> Barossa Valley -> Flinders Ranges -> Woomera -> Coober Pedy -> Kings Canyon -> Uluru -> Alice Springs -> West Macdonnell Ranges (Glen Helen) -> Tennant Creek -> Mataranka -> Katherine -> Cooinda (Yellow Waters / Kakadu NP) -> Jabiru -> Batchelor (Litchfield NP) -> Darwin

Ayrıca harita üzerindeki görünümü ise şu şekilde

Otobüste bir daha yanlışlıkla dahi olsa Zeki Müren dinlemeyeceğim

Otobüste bir daha yanlışlıkla dahi olsa Zeki Müren dinlemeyeceğim. Sonra yüzümde insanların anlam veremediği, belli belirsiz, komik bir sırıtış oluyor!

Hayır yanlış anlaşılmasın. Aslında pek severim paşayı dinlemeyi, hem de her ortamda. Fakat gün geçmiyor ki insan kendini belli konular hakkında şartlamasın.

Klasik bir iett otobüs yolculuğu. Beşiktaş İstinye arası yolculuğuma devam ederken, gün içerisinde duyup, ‘beni dinleyeceksin’ vurgusu yapan ‘sen kimseyi sevemezsin’ parçasına istinaden dönüş yolunda kitap okumak yerine birazcık müzik dinlemeyi tercih ediyorum. Normalde podcast dinlemeyi yeğlerim böyle durumlarda ama dedim ya ‘illa ki beni dinleyeceksin, zaten biliyorsun son dönemde pek hisleşemedik’ diyen bir melodi var aklımda. Üç parça henüz ben dinlemeye başlamadan dönüp duruyor aklımın en orta yerinde. Sıralamaları da şu şekilde ‘Gesi Bağları, Seni Sordum Yıldızlara, Sen Kimseyi Sevemezsin’.

Otobüsün en arka en sağ koltuğunda oturup biraz dışarıyı, biraz otobüsün belli bir kesitini, birazda kendi silüetimi görerek yolculuğuma devam ediyorum arkada çalan yukarıda bahsettiğim parçalar eşliğinde. Önce Barış Manço sahnede. Pek severim Gesi Bağları’nı kendisinden dinlemeyi. Kısmet olmadı ya canlı dinlemek, kayıtlarla avutuyoruz kendimizi. Halbuki yarın konseri olsa, hep beraber gülsek eğlensek. Neyse, insanoğlu henüz olmuşla ölmüşe çare bulabilmiş değil zaten. Sonrasında Zeki Müren giriyor devreye, daha ilk dalga mutluluğu hazmedememiş, hüzünle harmanlamaya çalışmanın tadı damağımda kalmışken. O söyledikçe, bende camda kendi yüzümde oluşan komik sırıtışı gördükçe keyifleniyorum. Ben keyifleniyorum da çevremde arada sırada bana bakanların anlamsız yüz ifadelerini de görmüyor değilim. Dedim ya, camdan otobüsün belli bir kesimini de görebiliyorum, fizik kuralları çerçevesinde. Pek aldırış etmiyorum başta ama ufaktan kendimi de dizginliyorum tabi.

Sonra sonra aklıma geliyor. Acaba şu an sadece ben değil de otobüste tüm yolcular bu parçayı dinliyor olsa, müzik sadece benim kulaklıklarımdan değil de otobüsün tüm hoparlörlerinden duyulsa. İnsanlar ne düşünür, ne hisseder, otobüs şoförü “gitmiyoruz sarıyer’e ben emirgan’a çekiyorum” der mi? Ya da 1 dakika dahi olsa tüm yolcular aynı dinginliği hisseder mi?

Elbette ki hissetmez. Benimki sadece lafta işte.

Kısa Kısa (Yarışma Kültürü Üzerine)

Türk Dil Kurumu; ‘yarışma‘ eylemini bilgi, yetenek, güzellik vb. konularda üstünlüğü göstermek için yapılan bir iş ya da başkalarından üstün olmaya çalışmak olarak tanımlıyor. İyi ya da kötü anlamda kullanımı olması muhtemel olan yarışma eylemi günümüzün web platformlarında da başvurulan sıkı bir eleme methodu aslında. Yazının içeriğinde bolca web dünyasındaki yarışma kültüründen dem vuracağımı belirtmem gerek.

Önce biraz giriş seviyesindeki yarışmalara deyinelim isterim. Ufak anketler, basit sorular ve bu sorular etrafında dönen kurguları bulunan, hemen hemen herkesin katılabileceği yarışmalardır. En basit örneklerinden Facebook, Twitter üzerinde ya da micro sitelerde gerçekleşen ve amacı çoğunlukla (şayet bir marka tarafından düzenleniyorsa) marka bilirnirliğini artırmak olan yarışmalar günlük hayatta kullanıcıların görüşlerini almak, diğer taraftan ise viral etki yaratarak marka açısından az zamanda çok iş çıkarmak amacıyla kullanılabilirler. Facebook’da muhakkak bir reklam hedeflemesine takılmış ve bir şekilde bir yarışma uygulamasının reklamını görmüşsünüzdür. Kimi zaman sadece kullanıcı ve uygulama arasında basit bir ilişki kurulurken (soruya yanıt verme, yanıt şıklarından birini seçme, özel bir resim/video ekleme gibi), kimi zamansa kişinin arkadaşları da işin içine dahil edilerek etki daha yüksek düzeye çıkartılmaya çalışılabilir. Benzer bir durum sosyal ağlar özelinde geliştirilen oyunlar içinde geçerli. Arkadaşları ile bir oyunda yarışma içinde olmak kullanıcıları olumlu etkileyen ve daha fazla kullanımı tetikleyen faktörlerden (arkadaşlarına karşı arkadaşlarıyla birlikte bir mücadelenin içinde hissiyatı önemli bir etmen elbet). Etki artırmak için her yarışmanın sonunda olduğu gibi bir ödül sunmak ise kaçınılmaz son.

Bir üst seviye web yarışmalarına ise simülasyonlar güzel birer örnek olabilirler. Belirli kriterler doğrultusunda verilen girdileri işleyen ve buna göre çıktı üreten simülasyonlar ile web üzerinden yüzlerce kişi aynı fiziksel ortamda bulunmasa dahi aynı şartlarda yarışma fırsatı bulabiliyorlar. ‘Global Management Challenge(GMC)’ bunlardan biri. Öğrenciler ve çalışanlar, uluslararası bir strateji yönetim yarışması olan GMC’de kendilerine verilen (sanal) şirket ve pazar bilgileri doğrultusunda şirketin gelecek dönemlerdeki üretim, pazarlama, satış gibi kararlarını takım halinde belirleyerek similasyona tanımlıyor ve tüm grupların kararlarına göre (sanal) şirketlerin hisse fiyatlarına bakarak kazanan dakikalar içerisinde belirlenebiliyor. Bu vb. similasyon yarışmaları daha çok bilgi ve beceri gerektirmekte olduğundan genellikle belirli bir hedef kitlesine hitap ediyorlar.

Biraz daha teknik programlama bilgisi gerektiren ve hack kültürünü yaymayı amaçlayan etkinliklerden olan hackathonlar benim için her daim ayrı bir yer taşıyorlar. Belirlenmiş bir süre zarfında (genelde 24 ile 48 saat olması kuvvetle muhtemel) katılımcılardan hackathonun konusu ve teması dahilinde proje üretmeleri beklenir. Burada kullanılan ‘hack’ kelimesinin anlamı ‘kırmak, çökertmek, zarar vermek’ değil, bir sorunu en kısa ve yaratıcı yoldan çözebilmek anlamındadır daha çok. Temel prensipte çözümün en iyi ya da en uygun olması gerekmez, mühim olan problemi çözüyor ve çalışıyor olmasıdır. Web üzerinden düzenlenen hackathonlarda katılımcılar internet üzerinden belirli platformlarda haberleşir ve bilgi paylaşımında bulunurlar. Zamanın limitli olması ise heyecanın dozunu ve bilgi paylaşımının yoğunluğunu arttırması bakımından tercih edilir.

Son olarak değinmek istediğim nokta yarışmayı bir servis olarak sunan platformlar. Yarışmaları düzenleyenler (kurallarını belirleyenler) ve yarışmaya katılanlar aynı platformun üyeleridir. Buna en güzel örnek olarak Kaggle.com gösterilebilir. ‘Making data science a sport’ felsefesi doğrultusunda ilerleyen Kaggle.com, ‘predictive modeling’ yaklaşımıyla problemlere en iyi çözümleri bulmaya çalışan bir platform olarak tanımlanabilir. Basitçe; yarışmayı düzenleyecek kişiler/kurumlar problemlerini ve bu problem için topladıkları ham verileri paylaşırlar. Verilen bilgiler doğrultusunda veri bilimciler bu konu üzerinde çalışarak en iyi çözümü veri setleri üzerinde yaptıkları analizlerle öngörmeye çalışırlar. Tabi bu problemlere çözüm ararken bir taraftan da diğer çözüm arayan kişilerle de bir yarışma halindedirler. Çoğu kendi dallarında PhD sahibi olan bilgisayar bilimi, fizik, matematik ve istatistik uzmanları takımlar halinde varolan problemlere çözüm aramaktadırlar. Örneğin; son yarışmalardan biri, uçakların uçuşlarını gerçek zamanlı düzenleyecek, rötarları ve yakıt harcamalarını en aza indirecek bir algoritma üzerine, ödülü ise $100.000 (http://bit.ly/14MIUXS). Diğer bir yarışma ise hastaların geçmiş verilerini baz alarak gelecek yıl kimlerin sosyal hizmetlerden yararlanacağını tespit etmek üzerine. Topluluğun ve kitle kaynaklı çalışmanın (crowdsourcing) gücü ile yarışmaların asıl kaynağı verilerin anlamlandırılması insan hayatını kolaylaştırmaya ve gereksiz tüketimi azaltmaya yönelik çalışmaya devam edecek gibi gözüküyor.

Bunlar gibi daha nice örnekler verilebilir web dünyasındaki yarışma düzenleri olarak. Söz konusu yarışmaların nerede düzenlendiğinden çok, amacına ulaşıp ulaşmadığı gerçeği olunca yarışmanın içeriğiyle birlikte ölçüm kriterleri de bu noktada önem arz etmekte.